8 Mart aslında acı bir gündür!
Yayınlanma :
08.03.2021 14:41
Güncelleme
: 08.03.2021 14:41
8 Mart Dünya Kadınlar günü ile ilgili pek çok başlangıç noktası konuşulur. Bunların içinde en dramatik olanı da 8 Mart 1857 yılında New York’ da yaklaşık 40.000 tekstil işçisinin kadının katıldığı protesto sırasında fabrikada kilitli kalan 129 kadının yanarak ölmesidir. Bunun gerçekliği tartışıladursun aklı selim tüm insanların erkek egemen toplum kültüründe kadının hep bir veya daha fazla adım geriye bırakıldığının farkında olmasıdır. Böyle bir gün bazıları için anlamsız, bazıları için gereksiz, bazıları için kadını pozitif ayrımcılığın ortasına koyduğu için onur kırıcı olarak görülebilir. Ben hep şunu söylüyorum bir kişinin ablası, teyzesi, yengesi, halası, kız kardeşi, kız yeğeni, kız kuzenleri olmayabilir ama mutlaka bir anneden doğmuştur. Bu bile bir kadının kıymetini anlamak için yeterlidir. Onun dışında meslek yaşamında kadının terfileri, maaşı hep tartışma konusu olmuş, eşit işe, eşit ücret felsefesi bir türlü yaşama geçmemiştir. Toplum, kadınlardan eve bakmasını, çocuk büyütmesini, para kazanmasını, tarlaya gitmesini, süt vermesini beklerken Atasözlerimizle onu yermeyi maharet saymışız. Sıfatlara bakın “Kaşık düşmanı”, “Kısa etek”, ya da “Saçı uzun, aklı kısa”, “Elinin hamuru ile erkek işine karışma”, Karnından sıpayı, sırtında sopayı eksik etme” bu sözlerle büyüyen bir çocuğun bakışı nasıl değişebilir? Kadına şiddet uygulayan erkekler ya evde bu modelle büyüyor, ya da erkek çocuklar ailelerce şımartılarak, hak etmedikleri payeler verilerek ne yapsa hoş görülecek şekilde yetiştiriliyor (tabii bunda annelerin de kabahati çok). Bugün her iş kolunda erkekler kadar başarılı milyonlarca kadın iş dünyasında harikalar yaratıyorsa kadınların bu hakları elde etmek için yüzyıllardır sürdürdükleri mücadeleyi göz ardı etmemek ve “kadınlara hakları verildi” dememek lazım. Kadınlar bu hakları büyük bedeller ödeyerek kendileri kazandılar.
Ünlü kadınlardan konuşacak olursak eminim hepimizin yakinen tanıdığı veya hayat hikayesinden bildiği pek çok başarılı kadının hikayesi anlatabiliriz. Arama motoruna başarılı kadın bilim insanları yazınca binlercesi insanın adı başımı döndürüyor. Ben size yazımda Alistair Gardiner’in 4 Mart 2021’de yayınladığı makaleden tercüme ettiğim “Tıbbın akışını değiştiren 5 öncü kadın” dan bahsedeceğim. (https://www.mdlinx.com/article/5-female-pioneers-who-changed-medicine-as-we-know-it/55Tn7oV0zv9ynWLfKI9jEc?show_order=1&tag=Evening&utm_campaign=Control+Group+8+selections+3%2F4%2F2021+Evening+Alert&ipost_environment=m3usainc&utm_medium=email&utm_source=iPost&iqs=9z2zskaefn6momhnmbdl08mnm90goem7q6eaauk0st8)
Kadınların tarih boyunca tıp alanında yaptıkları keşiflerin, katkıların üzeri örtülmüş, yok sayılmış ya da erkek meslektaşları tarafından sahiplenildiği bilinen, üzücü bir gerçektir. Eminim ki Tıp dışı alanda da bunun örnekleri çoktur. Artık bu haftaki yazımızın kahramanlarına göz atalım.
Elizabeth Blackwell (1821-1910)
Elizabeth Blackwell Amerikan Tıp Fakültesinden doktor ünvanı ile mezun olan ilk kadın olup, kadınların Tıp Fakültesine girmesinin önünü açan kişidir. İngiltere’de doğan, 11 yaşında ailesiyle ABD’ye göç etmiştir. Öğretmenlik yaptığı yıllarda bir arkadaşının “doktorum kadın olsa daha acı çekerdim” demesi üzerine Tıbba ilgisi oluşmuştur. O yıllar kadınların Tıp fakültesine girişine izin verilmediği yıllardır. Elizabeth 1847 yılında New York’s Geneva Medical College onu kabul edene kadar bir düzine tıp fakültesine başvurmuş ve kadın olduğu için hep reddedilmiştir. Yaşadığı türlü zorluklara rağmen 1849 yılında ABD’nin ilk kadın doktoru olarak mezun olmayı başarmıştır. Çalışmak için önceleri Avrupa’ya giden Elizabeth, daha sonra New York’a dönüp kız kardeşi Dr. Emily Blackwell ve Dr. Marie Zakrzewska ile beraber 1857’de kendi kliniğini açmıştır. Kliniğinde fakirlere ücretsiz sağlık hizmeti yanı sıra, diğer tıp okullarında intörnlüğe kabul edilmeyen kadınlara staj olanağı sağlamıştır. Birkaç da kitap yayınlamıştır. Bunların arasında Kadınlar için meslek olarak Tıp (Medicine as a Profession for Women,1860) ve Kadınların Tıp eğitimi hakkındaki görüşler diye çevirebileceğim (Address on the Medical Education of Women,1864) iki kitabı çok ilgi görmüştür
Mary Putnam Jacobi (1842-1906)
Mary Putnam Jacobi ilk kadın Tıp Akademisi üyesidir. O da İngiltere’de doğmuş, ailesi ile 1848 yılında New York’a göç etmiştir. Politik yazılar ve kurgu alanından çok yetenekli bir yazar olarak öne çıkmış, 17 yaşındayken Aylık Atlantik dergisinde bir yazısı yayınlanmıştır. Ama esas ününü Tıp ve Bilim alanında kazanmıştır. Eğitimini ilk önce New York College of Pharmacy, 1861’de almış üzerine tıp eğitimini Female Medical College of Pennsylvania’da 1864 yılında tamamlayarak tıp doktoru olmuştur. Tıp alanında 120 bilimsel makale ve 9 kitap yazmış, pratisyen doktor ve eğitici olarak yıldızı parlamıştır. Kadınların Tıp ve bilim dünyasında dışlanması konusunda da en ön saflarda hak arayan bir savaşçı olmuştur. Yaşamını kadınların daha fazla eğitim alabilmeleri konusuna adamıştır. Mesleki yaşamına Dr. Marie Zakrzewska’nın desteği ile 1862 yılında Boston’daki New England Hospital for Women and Children’da başlamış, çalışmalarına Paris’te aldığı eğitim ile katkı sağlamış ve New York’a döndüğünde Kadınları Tıp Eğitiminde İleri götürme Derneğini (Association for the Advancement of the Medical Education of Women) kurmuş, kadın ve çocuklara Women's Medical College of the New York Kliniğinde bilgilendirme konuşmaları yapmıştır. Çalışmaları ve yayınları dikkat çeken Putnam yapılan oylamada sadece 1 oy fark ile Tıp Akademisine üyeliğine seçilmiştir. İlk kadın üye olarak bu pozityonun anlamı kadınların iş güvenliği ve halkın gözündeki saygınlığı açısından yaşamsal öneme sahipti.
Henrietta Lacks (1920-1951)
Henrietta Lacks, 1920 yılında Roanoke, VA’de doğduğunda gelecekte hücrelerinin tıbbi araştırmalarda devrim yapan kadın olarak ünleneceğini kimse tahmin edemezdi. Henrietta 1951’de siyahi ve fakirlere hizmet veren yakındaki tek hastane olan Johns Hopkins’e gittiğinde midesinde bir düğüm olduğunu söylüyordu. Kendisine serviks kanseri teşhisi kondu ve tedavi masrafını karşılaması olanaksızdı. Fakirlerin tedavi masraflarını karşılayamıyor olmasının bedeli teşhis edilen hastalıkta kobay olmasının önünü açıyordu. Biyopsi ile tümörden alınan bir parça, hücre büyümesi ve besi yerinde ölümsüz hücrelerin üretilmesi konusunda çalışan araştırmacılara verildi. Bu gelişmelerden hiçbir haberi yoktu, zaten onun haklarını koruyacak bir yasada mevcut değildi. Bu alandaki yasal hakların hayata geçmesinde Henrietta’nın hikayesinin de kısmi olarak rolü olmuş. Henrietta Lacks’ın hücreleri bugün biz bilim insanlarının en çok kullandığı hücre kültürlerinden olan HeLa hücreleridir. Hücre kültüründe çığır açan bu hücreler, normalde hücrelerin ölmesine neden olacak ortamlarda bile yavaş ama sürekli olarak çoğalabilmektedir. Araştırmacılara göre kanserinin çok agresif olması bu üremeyi sağlamaktaydı, aslında kadındaki sifiliz bağışıklık sistemini baskılamış, kanser hücresinde çok sayıda HPV genomunun kopyalarının oluşmasına neden olmuştu. Bu hücreler sayesine hücre biyolojisi, ilaç geliştirme çalışmaları, insanlardaki bazı hastalıkların temeli aydınlatılmıştır. HeLa hücrelerinin kullanılmasıyla Parkinson tedavisinde, AIDS, Lösemi, Mevsimsel Grip, bazı kanserler, hemofili gibi hastalılarda gelişmeler sağlanırken, çocuk felci aşısının gelişiminde, viroloji alanındaki çalışmalarda, uzay yolculuklarında da katkı sağlamıştır. Yazar Rebecca Skloot, en çok satanlar arasına giren Henrietta Lacks’ın ölümsüz Hayatı diye çevirebileceğim “The Immortal Life of Henrietta Lacks,” adlı kitabının ön sözünde “HeLa hücrelerinden yarar görmemiş tek bir insan yoktur” diye yazmıştır.
Nanette Kass Wenger (1930-)
Nanette Kass Wenger Kalp hastalıklarının bir erkek hastalığı olduğuna inanılan bir dönemde, kadın ve erkek kalp hastalarının bulgularının, risk faktörlerinin farklılığını araştırarak ve kadınlardaki koroner kalp hastalıklarını inceleyerek dünya çapında ün yapmış ilk doktorlardandır. New York’da 1930 yılında Rusya’dan göç eden bir ailenin kızı olarak doğmuş, Harvard Üniversitesindeki 120 öğrencinin arasındaki 10 kadından biri olarak 1954 yılında mezun olmuştur. 1300’den fazla bilimsel yayına yazar, yardımcı yazar olarak katkı sağlamış, pek çok makalenin hakemliğini yapmış, kitaop bölümü yazarlıklarının yanı sıra, bir düzine ulusal, uluslararası dergide editörler arasında bulunmuştur. Atalanta’daki Emory Üniversitesi Tıp Fakültesinden emekli olan profesör Dr. Wenger, Emory Kalp, Damar Merkezinde danışman, Emory Kadın Kalp Merkezi kurucu danışmanı olarak hizmet vermiştir. Kardioloji alanında pek çok bilimsel ödülün sahibidir.
Patricia S. Goldman-Rakic (1937-2003)
Patricia S. Goldman Yale Üniversitesinde nörobilim profesörü olarak şizofreni, Alzheimer hastalığı ve Parkinson’un anlaşılmasında beyin ve fonksiyonları üzerinde yaptı araştırmalar ile büyük katkı sağlamıştır. Salem’da 1937 yılında doğmuş, 1959 yılında Vassar koleje gitmiş, 1963 yılında da UCLA’den Tıp Doktoru olarak mezun olmuştur.
Goldman, beynin frontal lobu üzerine yaptığı çalışmalarla bu bölgenin sorgulama, planlama, karakter, ve algılama fonksiyonlarının yerlerini belirlemiş, elektriksel uyaranlar ve davranış tepkilerini takip ederek beynin bu bölgesindeki yerleri tam olarak tanımlamıştır. Frontal lob, alnın arkasındaki yerleşimi nedeniyle ulaşılamaz olarak düşünüldüğünden çalışması ile bu bölgenin fonksiyonlarına netlik kazandırmıştır.
Çalışmaları sonucunda prefrontal korteks tabir edilen bölgedeki belli hücrelerin hafıza görevi olduğu, örneğin kısa dönemli hafıza, çalışma hafızası gibi, göstermiştir. Goldman prefrontal korteksteki DOPAMİN kaybının hafıza sorunlarına yol açtığını göstermesi, akıl hastalıklarına yaklaşımda nöropsikiyatri alanında devrime neden olmuştur.
Beş kadının hayatımıza yaptıkları katkılardan belki haberdar olanlarınız olabilir, bu kadınlar milyonların adına bir örnek. Üzerimiz örten, hazırladıkları yiyeceklerde laboratuvar özeni gösteren, kapıdan çıkmayan moda kreatörü gibi bizi süzen, iyi dilekler ve hayır dua ile uğurlayan anneler, eşlerimiz adına şükranlarımı sunarım.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Yorumlar
Kalan Karakter: