(Araştırma yazısı!)
"Allah'tan başka sığınacak kimse bulamazsınız."
(Kehf/27)
İlk mutasavvıflar, düşünce ve tecrübelerini, çevrelerinde toplanan insanlara aktarmakla birlikte, bugünkü anlamda birer tarikat kurmamışlardı. Kendilerine şeyh, şeyh-i sohbet ve Mürşit, üstad; çevresine toplananlara da sahip deniliyordu.
Bir tasavvuf okulu, tasavvuf hareketi sayılabilecek bu kümelenmeler, daha sonraları tarikat olarak adlandırıldı.
Tasavvuf tarihine ilişkin kaynaklar bu anlamdaki ilk tarikatlar olarak şunları anarlar:
Muhasibiye (Haris Muhasibî, ö. 243/857)
Kassariye (Hamdun Kassar, ö. 271/884)
Tayfuriye (Bayezid-i Bistam, ö. 234/848)
Cüneydiye (Cüneyd-i Bağdadî, ö. 297/909)
Nuriye (Ebu Hüseyin Nuri, ö. 295/907)
Sehliye (Sehl bin Abdullah Tustarî, ö. 283/896)
Hakimiye (Hakim Tirmizî, ö. 285/898)
Harraziye; (Ebu Said Harraz, ö. 277/890)
Hafifıye (Ebu Abdullah bin Hafif, ö. 372/982)
Seyyariye (Ebu Abbas Seyyarî, ö. 982).
Mevcut gelişme çizgisi içerisinde, “tarîkat” kelimesi dikkate alındığında, onun tasavvuf tarihinde birbirini tamamlayan iki mana kazandığı görülmektedir.
Müritlerin kabiliyetlerini geliştirmek için konulan, manevî, ahlâkî ve içtimâî esasları ihtiva eden metot ve yol.
Bir tekke ve zaviye içerisinde ve civarında müştereken yaşayan, kâmil bir mürşidin idaresinde, dervişlerin kemâle kavuşmaları için konulmuş özel esasların bütünüdür.
Sûfiler bu gayeleri gerçekleştirmek üzere bağlılarını kendilerine has manevi usullerle terbiye eden seyrü sülûk usûl ve âdâbını, belirli bir düzen içerisinde ifa etmişlerdir.
İşte bu usûl ve âdâbın ilk müessis / pîrin koyup uyguladığı esaslar çerçevesinde devam etmesi, onun sahibine ait bir adla anılmasına sebep olmuştur.
Bu teşekküllere ve onların müessislerine rağbetin oluşmasında toplumdaki siyasî keşmekeşler, dinî çekişmeler ve fikrî tartışmaların rolü olduğu da söylenebilir.
Nitekim V/XI. asırda İslâm âleminde karışıklıklar, kavgalar ve çekişmeler hüküm sürüyordu. Bu karışıklık siyasî dinî ve ilmî sahâlarda aynı şekilde varlıklarını hissettiriyordu. Bağdat’taki Abbâsî halîfeleri ile şeklen ona bağlı olan sultanlıklar arasında bitmeyen ihtilâflar, İslâm mezhepleri arasındaki çekişmeler, Sünnî mezhepler arasındaki rekabetler, sonu gelmeyen tartışmalara yol açıyordu.
Siyasî sahadaki bunalım, sıkıntı ve fikrî anarşi, halkın muhtelif hizip ve zümrelere bölünerek farklı mezhepler halinde dağılmaları her zümrenin taassuba meyletmesi, halk arasında ümitsizliğin ve karamsarlığın yayılmasına, ruhlarının korku ve ızdırapla dolmasına yol açıyor ve netice itibariyle tasavvuftan başka sığınacakları bir yerin kalmaması gibi bir durum meydana geliyordu.
Diğer taraftan siyasî keşmekeşler ve dinî çekişmeler, sûfîlere kendi prensiplerini yayma fırsatını hazırlıyor ve mezhep mücadelelerinden uzak durmaları, münzevi hayatları ve nezih tavırları halkın, devlet adamlarının ve sultanların sûfîlere saygı göstermelerinde son derece tesirli oluyordu.
Bu durum ise, tasavvufun yayılmasına ve mutasavvıflar zümresinin açık bir şekilde ortaya çıkmasına sebep oluyor, ilk sûfîler tarafından hararetle savunulan tasavvufî fikirlerin yayılabilmesi ve bu şahısların etrafında toplanan insanların barınabilmesi için, müesseseleşme zarureti ortaya çıkarıyordu.
Böylece sûfîler, IV/X. asırdan itibaren yaygınlaşan ve V/XI. asırda İslâm âleminin her tarafını kaplayacak şekilde yaygınlaşması ziyadeleşen hankâh ve tekkelere yerleşiyorlardı.
Bu dönemde sûfîler tekke hayatı için muayyen birer nizâm koymuşlardı ve bunlardan her birini tanınmış şeyhlerden biri idare ediyordu.
Bu sûfîlerin başında tekke ve dergâhların ihvanının âdâb ve yönetimine dâir ilk prensipleri vaz’ eden Ebû Sa’id Ebû’l-Hayr (ö. 440/1048)’ın bulunduğunu görüyoruz.
Tekke nizamını ilk defa tanzim eden bu zât, aynı zamanda birçok tekkeyi idare etmiş, çevresinde her yerden mürîd toplamış, halk arasında da münevverler arasında da büyük bir itibar kazanmıştı.
Böylece tasavvuf hareketi kitlesel bir karakter kazanmış ve çeşitli tarîkatler şeklinde teşkilatlanarak, müessese bazında faaliyet göstermeye başlayıp, kitleleri sosyo-dinî açıdan yönlendirerek gelişmesini sürdürmüştür.
Bu gelişme VI/XII. asırda organize bir şekilde daha disiplinli olarak irşad açısından doruk noktasına ulaşmıştı.
Bu yüzden VI/XII. asır ve daha sonraki asırlar, tasavvufun tarîkat şeklinde müesseseleştiği çağlar olarak kabul edilir.
İşte bu günkü anlamıyla tekkesi, zâviyesi, şeyh ve mürîd münasebetleriyle ilk tarîkatler bu yüzyılda kurulmuştur.
XII. yüzyılda teşekkül eden tarikatlar arasında kuruluşunu tamamlayıp teşkilâtlanan ilk tarikatların Kâdiriyye, Yeseviyye ve Rifâiyye olduğunu söylemek mümkündür.
Tasavvufî disiplin, meşreb ve mizaca uygun tavır ve yol almanın ötesinde müessesevî bir karaktere malik bir ocak olarak ortaya çıkan ilk tarîkat, genel kabûle göre Kadiriyye’dir. Bu tarîkatın kurucusu Abdulkâdir Geylânî (ö. 562/1166)’dir.
Aynı dönemde kurulmuş bir diğer tarîkat ise Yesevîyye’dir. Türk tasavvuf tarihinde ilk ve en büyük tesirler bırakan bu tarîkatın kurucusu ise Ahmed Yesevî (ö. 562/1166)’dir.
Yine aynı dönemde kurulmuş bir diğer tarîkat de Rifâiyye olup, bu tarîkat de Ahmed er-Rifâî (ö. 578/1183) tarafından kurulmuştur.
Bu tarikatların ardından kurulan ve pek çok kola vücûd veren diğer bazı tarikatlar ise şunlardır:
1. Medyeniyye: Ebû Medyen Şuayb b. Hüseyin (ö. 590/1193).
2. Kübreviyye: Necmüddin Kübrâ (ö. 618/ 1236).
3. Suhreverdiyye: Ebû Hafs Ömer es-Suhreverdî (ö. 632/1236).
4. Çeştiyye: Muinüddin Hasan el-Çeşti (ö. 633/1236).
5. Ekberiyye: Muhyiddin b. Arabî (ö. 638/1240).
6. Şazeliyye: Ebû’l-Hasan eş-Şazelî (ö. 656/1258).
7. Bektâşiyye: Hacı Bektâş-ı Velî (ö. 669/1270).
8. Mevleviyye: Mevlânâ Celâleddin Rumî (ö. 672/1273).
9. Bedeviyye: Ahmed b. Ali Bedevî (ö. 675/1276).
10. Desûkiyye: İbrahim Burhâneddîn ed-Desûkî (ö. 693/1295).
11. Sa’diyye: Sadüddin b. Mûsa Cibâvî (ö. 700/1300).
12. Halvetîyye: Ömer b. Ekmelüddin Halvetî el-Lâhicî (ö. 750/1389).
13. Nakşibendiyye: Bahaüddin Nakşibendî (ö. 791/1389).
14. Bayrâmiyye: Hacı Bayrâm-ı Velî (ö. 833/1430)
15. Celvetiyye: Azîz Mahmûd Hüdâyî (ö. 1038/1628).
16-Zeydilik (Beşcidir): 5. İmam olarak Zeyd bin Ali'yi kabul eden kol.
17-İsmaililik (Yedicidir): 7. İmam olarak İsmail'i kabul eden kol.
18-Karmatilik (Yedicidir): Fatımiler halifelerinin İmamlığını kabul etmeyen kol.
19-Dürzilik (Kısmen Yedicidir): Fatımiler 5. halifesi Hâkim'i Allah olarak kabul eden kol.
20-izarilik (Yedicidir): Fatımiler 8. halifesi Mustansir'in oğullarından Nizar'ı kabul eden kol.
21-Mustalilik (Yedicidir): Fatımiler 8. halifesi Mustansir'in oğullarından Mustali'yi kabul eden kol.
22-Nusayrilik (Onikicidir): Ali'ye uluhiyet isnad eden gulat fırkası.
23-İran ve Irakta Kesnezani tarikatı Şeyh Muhammed Kesnezani vs.
Peki tarikatı kuran kişi kendini şeyh olarak açıklar mı?
Bu sorunun iki yönü vardır.
Soruya bir tarikatın ilk teşekkül süreci itibariyle cevap verirsek, genel olarak tarikatı kuran kişi bir tarikat kurduğunun bile farkında değildir. Tarikatlar toplumda tabiî / doğal ortamlarda ilk olarak teşekkül etmeye başlar, zamanla bir mürşid-i kâmilin etrafında insanların toplanmasıyla sosyal gruplar oluşur. Bir sonraki evrede bu sosyal gruplara toplum tarafından bir isim verilir.
Örneğin Abdulkadir Geylani’nin sohbet halkası etrafında toplanan insanlara Abdulkadir Geylani’ye mensup anlamında Kadirî ismi verilir.
Yukarıda izah ettiğimiz tarihin arka planıydı...
REEL BİR DEĞERLENDİRME…!
İşte bu şekilde tarikatların ilk kurucuları kendilerini şeyh olarak ilan etmezler, ama insanlar onu şeyh olarak görürler. Keşf-u keramet atfederler olağanüstülüğünü kabul ederek, Kur’an ve peygamber sünnetini mürşitten sonra ikincil bir arka planda inanç sistemi olarak agılarlar ,işte saplantı buradan başlıyor.
Gelinen noktada manevi tesliye ve terbiye yöntemi tamamen dejenere olarak hurafe ve seraheten İslam’ın ilkesel boyutları ile çelişen bir hal almasının esas sebebi bu işte Pir, ustat, şeyh ve mürşit olarak bilinen insanların İslami ilimlerin Fıkıh, Usul, Kelam, Hadis, Siyer, Mantık, Felsefe gibi temel ilimlerden mahrum insanların kuru irfan söylemleri dayanaksız ve mesnetsiz bir şekilde serahaten bir kölelik kurumuna dönüştü.
İlmin öncülüğünde gelişmeyen bir mantaliteye cehalet hakim olur, Mevlana (ra)dediği gibi “Bir delil ile kırk alimi ikna ettim ama kırk delil ile bir cahili ikna edemedim.”
Hayatın toplumsal boyutundan soyutlanmış statükoların uygulamalarından uzak bireysel tezkiyeye dönük bu çalışmalar beraberinde hurafe dediğimiz bireyin kara kaderine teslim ve razı olacak bir mantalite tabii ki yönetimsel erken arayıp bulamadığı bir istikbaldir. Tarikat yapısında en çok işlenen konu cebri kader konusudur, Yani peşinen kayıtsız şartsız bir teslimiyet zihinlerde oluşturulmadan kölelik teknesi işlemeyecektir.
Pir ve Gavslar gündemdeki- Dairesel taharetin geometrisini, Patlıcanın cennet sebzesi olup olmadığını, Uçmanın İrfani kodları, müridin yatağında her gece azami kaç kez döndüğünü, Azrail’den sofinin ruhunu geri almanın algoritmasını, Köle ticaretinin reel raicini, yanmaz kefenin patiskasının marka ve menşeini, şifa veren duanın kodlarını, Ebced hesabında kıyamet saatini, Muskanın yan etkileri, Tuvalet taşının Allah ile konuşması, gibi hayati konuların istişaresi de bir vecibedir. Konularla gündem yoğun mesele derin. Firavuna sordular nasıl Firavun oldunuz, cevap ilginç, "İtiraz eden olmadı," İtiraz eden zındıkların bu mekanlarda yeri yoktur, Sorgulayıcı olmayan bir idrak ve inancın çıkış kapısı köleliktir.
“Din Bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde zamanın otoritesine ve hakim sınıfına açık ifadeyle paraya bağımlı hale getiren tamamen belirgin olan grubu zindanından kurtulası gerekir, Din para tarafından beslendiği müddetçe din paranın hizmetinde olacaktır.(Dr.Ali Şeriati ra)
İlme ve şuura ve sorgulamayan bir kafa yapısına sahip olmayan bir alim ve mürşit ıslahtan ziyade ifsadı sebebi Olur, dikkat ederseniz geçmişte dergahların önünde çok sayıda meczup bulunurdu bunun sebebi yarım doktor hayattan yarım hoca dinden eder misali tedavi edemediği dervişi ifsada götüren nice mürşit kılıklı madrabazı okumak mümkündür.(İlim Alim cehalet zulmet yolculuğu)başlıklı makalemize bakın.
Hakikatte Şair ve Filozoflar ile Din'in bahs ettikleri değil, Biyolojinin konu mankenleri hayatı göğüslemiş.
Mesele şudur,
" -Bilgisiz bir insanı bir işte veya fikirde ya ileri gitmiş görürsün, veya çok geri kalmış görürsün..!" (Hz.Ali as)
Yine Hz. Ali (as) “Benim belimi iki tip insan kırmıştır, biri ilmiyle amel etmeyen alim diğeri de ibadetlere dalan cahillerdir.”
Gelinen noktada sufiler Allah indinde tüm beşeriyet için mizan olacak kural ve ilkeleri barındıran ilkeler ve bu ilkelerin canlı şahitleri peygamberlerden ziyade mürşidin hal ve hareketleri bağlayıcıdır, çünkü beyni felç edilmiş bir insan öz güvenini yitirmiştir.
Evet Kur’an tezkiyeyi nefsi esas almıştır nitekim ayette “And olsun ki nefsini ıslah eden kurtulmuştur.”(Şems/96 ayet)Beyanı sofilerin mürşidin himmeti ile mümkün hale getirildi.
Nefsin ıslahı Kitabı kerimde izah edilen ekonomiden siyasete, hukuktan ticarete ve bir bütün olarak hayatın kalıplarını canlı Kur’an olan peygamber söz ve davranışları ve bu davranışların ve ilmin varisi ve Kevser havuzuna kadar Kur’an’dan ayrılmayan;
Hz. Muhammed’in(sav) Ehli beytinin öğretileri ile ıslah mümkün iken hurafelerle bezenmiş Emevî, Abbasi ile Osmanlı mantalitesinin hakikatte dinde olmayan söz uygulama ve davranışlarının sözde Alim kılıklı bel’amlar, Şeyh gavs ve pirler üzerinden meşrulaştırıp ilkesel hale getirilen uygulamalarla ne şahsın ıslahı ne de beşeriyetin sınıfsal kara kaderden kurtuluşu mümkün değildir.
ÇÜNKÜ HİKMET ŞERİATLE ÖRTÜŞTÜĞÜ ORANDA HAKİKATTİR.
Hangi tarikat okul ve ekol hakikatten bahs ederse söylemleri Hz.Ali(as)ve Ehl-i Beyt(as) dayanıyor ve ilkeleri bu öğretiler etrafında şekillenmişse hakikat olduğuna inanmalıyız. Aksi halde boşlukta otursalar bile bu bizi aldatmamalıdır.
Şeyh Muhyedin-i Arabi(ra) gibi Arifler peşinden 500 eser bırakarak irfan ve hikmeti izah etmekten aciz kalıp sonuçta dar ağacına çekilen ariflerin ilim pınarına beşeriyet her zaman muhtaç kalacaktır.
Tüm tarikatların saltanatına karşı çıkıp saltanat ve statükonun ve gavsların tiranlığına özgürlüğün devrimci darbelerini vurarak baş kaldırıp derisi yüzülerek Bağdat sokaklarında üç gün gezdirilen Hallac-ı Mansur’(ra)un irfanı hakikattir.
İbrahim Ethem, Beyaziti Bestami, Behlül-i dane gibi nice arifler bireysel anlamda hep erdemlerin mümessili oldular.ve yaşadıkları coğrafyalarda azami düzeyde statükodan uzak yaşadılar.
Peygamber(sav) “Siz benim alimlerimi sultanların yanında görürseniz dininizi onlardan sormayın” ifadesi din tüccarlarından beri olmayı gerektirir.
Madrabazlar daha sonra kölelik ürünü söylemler geliştirerek ”Şeyhi olmayanı şeyhi şeytandır.” Diye bir kölelik kodlarını ürettiler. Peki sormak lazım Ali, Selman Ammar, Hasan Hüseyin, ve diğer insanların şeyhi kimdi? eğer peygamberdir derseniz bu gavsların hayatını sorgulayın peygamber hayatı ve Kur’an’la ne kadar örtüşüyor, Sorgu yasak Çünkü Gavs okullarında Sorgu çekmek yasak sorgu çeken zındıklaşır.
Sonuçta; halkın ahmaklığı ve cehaleti üzerinden cennet ve cehennem borsaları oluşturdular, İyi de para ve itibar kazandılar.
Oysa ulema “Siz bir insanı boşlukta oturduğunu görseniz de eğer şeriat ile amel ediyorsa doğrudur aksi halde boşlukta oturması sizi aldatmasın” söylemini haklı olarak ifade etmişlerdir.
Tarihte ilk olarak Muaviye kaderciliği üretti ve ardından da herkese hatta kendi düşmanlarına bile yutturdu.
Tarikatların bu anlayışı işlemselleştirdi, ve başınızdaki zalim de olsa kaderinizin kopmaz ve ayrılmaz bir parçasıdır dediler, Fakirsen şükret ya zengin olup şaki olsaydın?
Mürşidin velinimetindir ona itaat Allah’a itaattir, düşünme sadece itaat et diyerek Sofilerin iradelerini sıfırladılar. İşte bu Nuriler, Bir lokma bir hırka edebiyatı yaparak bol bol huri ve cenneti parsel parsel tapuladılar, dünyayı da kendilerine ayırdılar. Sofiyi tanrıların arabalarına bindirdiler, kendileri de alman Mercedes’e binip hayatın tadını çıkarıyorlar.
Oysa yüce Allah’ın kitabı kerimdeki kadim vaadi “Biz çabanızı kaderinize bağladık” (Yunus/100)
Kısaca Nasrettin hocaya sordular hocam nasılsınız? “Hoca cevaben; Hinliğinden soruyorsan iyiyim ama dostluğundan soruyorsan mesele uzun ve derin.” Sözde Gavslar Nefislerini aziz tebaanın da nefsini zelil kıldılar.
Kısaca marifet sahibi olmayanlar bol bol mazeret üreterek sofilerin köleliğini kendilerinin de bekasını sağlama aldılar.
İslam dudaklarda mırıltı, tesbih tanelerinde gürültü, naralar savrulan mevlit, unvanlar dağıtılan toplantı, üst baş soyulup atılan ayin olunca kimsenin kılına dokunmaz. Çünkü bütün bu saydıklarımız kitleyi oyalamak için sömürücü kudurganların yarattıkları afyondur. (Dr. Ali Şeriati ra)
İflas edip Bankalarda esir kalan, Uyuşturucudan ve içki belasından beyni felç olan, muzdarip hastalıkların elinden belaya düşüp tedavi için kurtuluş ve çıkış yolu arayan, Endüstri toplumunun Makina çarkını elinde robotlaşıp civata ile eşleşen, Un çorbası ile doyan,makarna ile şişen tekme tokatla düşen Cehaletin ve sefaletin himmeti ile kişiliğini sıfırlayan hatta önüne birkaç sıfır atan, elinde kalan tek umut ahiretin umitlerini kaybetmemek adına dergahlara sığınan biçareler, Allah ile Rabıtanın rotasını paraya teslim eden Gavslar nezdindeki umutları dünyanın tatlı yüzü ile sofinin ahmaklığı üzerinden kavuşan pirler, Fikri anlamda pirelerle dans ederken, Sofiye nasıl fikir satar, sadece umut ağacı olan Gavsların Hakikatte varlık içindeki müflisler iken, ıslahtan ziyade ifsada hizmet etmeye devam ediyorlar.
Bunların en büyük ve karlı işleri din ticaretidir, Çünkü sermayesi yalan ve müşterisinin cahil olması dünyada şanslı olmalarına yetiyor. Sofiye kalan Gavsın Geğirmesini ve yellenmesini tefsir etmek.
Doğudaki Gavslar hayal meyal, evham ve hurafeler üzerinden, Batıdaki papaz ve kahinler ise halkın günlük yaşamdaki çirkefliklerin itirafları üzerinden vaftiz seanslarıyla, Hindular ise, Brahman, vişno,şivi, Ganeşa gibi farklı genleri olan hayali tanrılar üzerinden ve RİJİ denen tüccarlarla, Afyon denen bir algoritma ile kimi minberin üstünde, kimi kilise ve Sinagogun dehlizinde ticaretin kodlarına hakimiyet kurmuşlar Hepsinin ortak yönü tanrılar üzerinden yapay şefaatler üreterek, Sakal Takke ve cübbeden menfaat sarayları inşa etmek.
Sonuç; İBRAHİM Kİ YÜREĞİNDE DERT, GÖNLÜNDE AŞK YÜZÜNDE NÜR VE ELİNDE BALTA!"(Dr.Ali Şeriati)
Beyni felç edilmiş özürlü olanlar için diyoruz ki, Bunları harmanlamayan biri Nuri olmadığı gibi hurilerle de buluşturamaz.
Sırça sarayların saraylarında sakalın bağı bıyığın yağından beslenenleri bırakalım Doğunun Aristo’su İbn-i Rüşd(ra) dinleyelim.” Halka nazari ve mücerret meselelerden değil, ameli ve müşahhas meselelerden bahs edilmelidir.”
Büyük Arif Şeyh Muhyedin-i Arabi(ra dinleyelim “Aslından uzaklaşan her canlı uzaklaşması ölçüsünde aslına dair bilgisini kaybeder”
Sonuçta, Mundarların telkinatıyla, Bu dünyadan el etek çekmek öyle bir sonuç doğurur ki, Bütün İLAHİ nimetler züğürtlere, Haylazlara, Mundarlara ve gayri Müslimlere kalıyor.
“Bizden selam söyleyin Mollaya, Sofiye; Bize İslam’ı öğrettiler gel gör ki; Bu İslam’la Allah’ı, Cebrail’i, Muhammed’i şaşırttılar” (Muhammed İkbalh (ra)
Kısaca, Bel'amlık tarihin her döneminde var olmuştur, misyonları da Mustezaflar aleyhine, Müstekbirler lehine sınıfsal çelişkileri derinleştirmek olmuştur.
Duamız, Allah'ım tasavvuf darbesinin anlamsızlığından, Kanaat silsilesinin çöküşünden, sabır ve tahammülümün zayıflığından toplumumuzu kurtar Allah'ım!
Selam ve dua okuyan araştıran sorgulayan anlayışı ve kavrayışı yüksek olan temiz akıl sahiplerine olsun...
Yorumlar
Kalan Karakter: